EFENDİMİZİN ÇOCUKLUĞU
Hz. Âmine’nin defni
Sevgili Peygamberimiz ile Ümmü Eymen donakalmışlardı. Âdetâ dilleri tutulmuştu. Konuşan sadece Kâinatın Efendisinin gözyaşlarıydı. Ümmü Eymen bir ara kendisini toparladı ve aziz yavrunun gözyaşlarını sildi. Sonra da bağrına basarak teselliye çalıştı:
"Üzülme, ağlama, canım Muhammedim," dedi. "İlâhî kadere karşı boynumuz kıldan incedir. Can da Onun, mal da. Hepsi bize emânet. Emâneti nasıl vermişse, öyle de alır."
Sevgili Peygamberimiz derin bir iç çektikten sonra, "Ben de biliyorum. Onun hükmüne her zaman boyun eğerim. Fakat anne yüzü unutulmayacak bir yüzdür. O yüzü tekrar göremem diye üzülüyorum" dedi. Sonra da derhal kendini toparladı ve gözyaşlarını silerek Ümmü Eymen’e, "Haydi, o emâneti Sahibine teslim etti. Biz de onun na’şını toprağa teslim edelim, rahat etsin" dedi.
Dünyanın en bahtiyar annesi Hazret-i Âmine’nin cesedini orada toprağın bağrına tevdi ettiler. Ruhu ise, Kâinatın Efendisini bağrından çıkardığı için, kimbilir, ne kadar yükseklerde meleklerle bayram ediyordu.
Definden sonra
Annesiz kalan Dürr-i Yetîmi Mekke’ye götürmek vazifesi dadısı Ümmü Eymen’e düştü.
Ümmü Eymen, yol boyunca ona annesiz kaldığını hissettirmemek için elinden gelen gayreti gösterdi. Onu öz evladıymış gibi bağrına bastı ve teselliye çalıştı. Efendimiz de, âdetâ onu bir anne kabul ederek, "Anne, anne" diye çağırdı. Daha sonraları da her gördüğünde, "Annemden sonra annem" diyerek iltifatta bulunuyordu.1
Nur yüzlü Kâinatın Efendisi, artık babadan yetim, anneden öksüzdü. Fakat, onun hakiki muhafızı ve hâmîsi vardı. O Hafîz, onu ömrü boyunca kusursuz muhafazası ve eksiksiz murakabesi altında bulunduracak, her türlü tehlike ve sıkıntıdan kurtaracaktır.
"Rabbin seni yetim bulup da barındırmadı mı?"2 meâlindeki âyet-i kerîme, Peygamber Efendimizin bu hâlini hatırlatır.
Kâinatın Efendisi yıllar sonra, Hudeybiye Umresi sırasında, yine Ebvâ’dan geçecektir. Allah’ın izniyle annesinin kabrini ziyaret edip, elleriyle düzeltecektir. Sonra da teessüründen ağlayacaktır. Onun mübârek gözlerinden tahassür gözyaşları akıttığını gören Sahabîler de ağlayacaklar ve "Yâ Resûlallah, niçin ağladınız?" diye soracaklardır.
Resûl-i Ekrem, "Annemin, benim hakkımdaki şefkat ve merhametini düşündüm de ağladım" diye cevap verecektir.3
Peygamber Efendimizin baba ve annesinin erken vefâtlarının hikmeti
Burada hatıra şu suâl gelebilir:
"Muhterem peder ve vâlideleri, Resûl-i Ekrem Efendimizin peygamberliğine neden yetişemediler ve neden ona îmân, kendilerine nasb olmadı?"
Bu suâle Mektûbât isimli eserinde, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri şu cevabı verir:
"Cenâb-ı Hak, Habîb-i Ekreminin peder ve vâlidesini, kendi keremiyle, Resûl-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâmın ferzendâne hissini memnun etmek için, valideynini minnet altında bulundurmuyor. Valideynlik mertebesinden, mânevî evlâd mertebesine getirmemek için; hâlis kendi minnet-i Rubûbiyyeti altına alıp, onları mes’ud etmek ve Habîb-i Ekremini de memnun etmekliği rahmeti iktiza etmiş ki, vâlideynini ve ceddini, ona zahirî ümmet etmemiş. Fakat, ümmetin meziyetini, fazîletini, saâdetini onlara ihsan etmiştir. Evet, âlî bir müşîrin [mareşal], yüzbaşı rütbesinde olan pederi, huzuruna girmesi; birbirine zıd iki hissin taht-ı tesirinde bulunur. Padişah; o müşîr olan Yâver-i Ekremine merhameten, pederini onun mâiyetine vermiyor."1
Peygamberimizin baba ve annesinin îmânları meselesi
İslâm âlimleri ittifakla şu hususu belirtmişlerdir:
"Hazret-i İbrâhim’den (a.s.) gelen ve Resûl-i Ekremi (a.s.m.) netice veren nûrânî silsilenin fertlerinin hiçbiri, hak dinin nûruna lâkayd kalmamışlar ve küfrün karanlıklarına mağlûp olmamışlardı. Hiçbirinin temiz gönlü şirk ve küfür ile kirlenmemiştir."2
Bu hususu kaydettikten sonra, Sevgili Peygamberimizin baba ve annesinin îmânları meselesi üzerinde duralım.
Birbirine yakın izahlarla birçok İslâm âlimi, Peygamber Efendimizin muhterem peder ve vâlidelerinin âhirette necât ehli olacaklarını açık ve kesin bir şekilde delilleriyle ortaya koymuşlardır.
Bu izah tarzlarını şöylece sıralayabiliriz:
1. Hz. Abdullah ile Hz. Âmine, Efendimize peygamberlik vazifesi verilmeden çok evvel vefât etmişlerdir. Dolayısıyla Fetret Devrinde yaşamışlardır ve "Ehl-i Fetret"ten sayılırlar. Fetret Devrinde vefât edenlere ise azap yoktur.
Birgün, birisi büyük âlimlerden Şerefüddin Münâvî’ye, "Peygamberimizin baba ve annesi Cehennemde midir?" diye sorar.
Münevî Hazretleri hiddetle, "Resûl-i Ekremin peder ve vâlidesi fetret zamanında vefât etmişlerdir. Peygamber gönderilmeden evvel ise azap yoktur" cevabını verir.1
Kendisine bir peygamberin dâveti ulaşmayan kimsenin âhirette azap görmeyeceği âyet ve hadislerle sabittir.2 Peygamber Efendimizin peder ve vâlidelerine de geçmiş peygamberlerden hiçbirinin dâvetinin ulaşmadığı tarihen sabittir. Şu halde, tereddütsüz söyleyebiliriz ki, onlar da necât ehlidirler ve âhirette azap görmeyeceklerdir.
2. Resûl-i Ekrem’in muhterem peder ve validelerinin şirk ehli oldukları sabit değildir. Belki, onlar, Zeyd bin Amr bin Nüfeyl, Varaka bin Nevfel ve benzerleri gibi büyük babaları İbrâhim’den (a.s.) gelen inanç ve âdetlerle amel eden "Hanif"lerdendirler.
3. Sevgili Peygamberimizin baba ve annelerinin şirk ehli olmadıklarının bir delili de, "Ben mütemâdiyen temiz babaların sulbünden, temiz anaların rahminden naklolunageldim"3 hadis-i şerifidir.
Kur’ân-ı Kerîm’de müşrikler "necis kimseler" olarak vasıflandırılmışlardır.4 Temizlik ile pislik, îmân ile şirk, mü’min ile müşrik arasında tezad bulunduğuna göre, yukarda kaydettiğimiz hadis ölçüsü ışığında, Resûl-i Ekremin ecdadından hiçbirinin küfür ve şirk gibi mânevî kirlere bulaşmadığını kabul etmek vacip olur.5
Bütün bunlardan sonra meseleyi şöylece özetleyebiliriz:
"Resûl-i Ekreme (a.s.m.) Allah tarafından rahmet olduğu hitap edilirken, parlak Nübüvvet ve Risâlet Güneşi henüz doğmadan ap açık nûru sîne-i ihtiramında taşıyan bir ana babayı, evlâdının feyz ve nûrundan mahrum farzetmek, hem edebe, hem mantığa muvafık değildir. Hususiyle, Resûl-i Ekremin muhterem anne ve babasının hayatları, Cahiliyye Devrinde geçmiştir. Risâlet-i Ahmediyye zamanını idrâk etmemişlerdir."1
Öyle ise, bu hususta mü’minin bilmesi ve kabul etmesi gereken husus şudur:
"Resûl-i Ekremin (a.s.m.) peder ve vâlideleri ehl-i necâttır ve ehl-i Cennettir ve ehl-i îmândır. Cenâb-ı Hak, Habîb-i Ekreminin mübârek kalbini ve o kalbin taşıdığı ferzendâne şefkatini elbette rencide etmez."2
Şu dörtlük de bu hakikati pek güzel dile getirmektedir:
"İki cihân güneşi, bürc-i saâdette iken
Vâlideynine Mevlâ nice vermeye şerefi,
Çeşm-i insaf ile ey dil, nazar et gavvâsa
Alıcak dürrini yabana atar mı sadefi?"
[İki dünyanın güneşi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) saâdet burcunda iken, Cenâb-ı Hak, anne babasına nasıl şeref vermez ki?
Ey gönül! İnsaf gözüyle dalgıca dikkatle bak; inciyi alır da, sadefini hiç yabana atar mı?]
* * *
Peygamberimiz, Dedesi Abdülmuttalib'in Himayesinde
Altı yaşında iken annesini kaybeden Peygamber Efendimizi yaşlı dedesi Abdülmuttalib himayesine aldı.
Kureyş’in reisi Abdülmuttalib de nur-u Ahmedî’den nasibini almıştı. O nur kendisine çok üstün meziyet ve sıfatlar kazandırmıştı. Uzun boyu, büyükçe başı ve heybetli görünüşüne; parlak yüzü, tatlı sözü, utangaçlığı, nezaket ve üstün ahlâkı bir başka güzellik katmıştı. Sabırlı, akıllı, anlayışlı, mert ve cömertti. Yoksul insanların karınlarını doyurmaktan büyük zevk alırdı. Hatta bu cömertliğini, bu yardımseverliğini hayvanlardan bile esirgemezdi. Dağ başlarında aç susuz kalan kurdu, kuşu da düşünürdü.
Cahiliye karanlıkları arasında aydınlık yoldan ayrılmayan bahtiyarlardan biri idi. Allah’a bağlı idi ve âhirete inanırdı. Verdiği sözü ne pahasına olursa olsun mutlaka yerine getirirdi. Nitekim, Cenâb-ı Hakka verdiği sözü yerine getirmek için, en çok sevdiği oğlu Abdullah’ı bıçağın altına yatırmaktan bile çekinmemişti. Kureyşliler müdahale etmeselerdi, onu kurban edecekti.
Cahiliye devrinin çirkin âdetlerinden uzak durduğu gibi, başkalarını da bunları yapmaktan menederdi. O zamanın zalim bir âdeti olan kız çocuklarını diri diri toprağa gömmekten halkı sakındırırdı. Şaraptan, zinadan her zaman kaçınırdı. Bütün gücüyle Mekke’de zulme, haksızlığa meydan vermemeye çalışırdı.
Misafir ağırlamaktan da büyük haz duyardı. Akrabalarıyla yakından ilgilenir, onlara şefkat ve merhamet gösterirdi. Bu büyük vasfı sebebiyle Kureyşliler ona "İkinci İbrahim" derlerdi.
Ramazan ayı girince Hirâ Mağarasında inzivâa çekilip ibadetle meşgul olurdu. Bunu ilk defa âdet eden de kendisi idi.
Yaşlı dede aynı zamanda çocuk sevgisi, torun sevgisi nedir biliyordu. Hele torunu Kâinatın Efendisi gibi pırıl pırıl bir çocuk olunca, artık sevgisinin sözü mü olurdu?
Gerçekten Abdülmuttalib, etrafa nur saçan torununu canı gibi seviyor, şefkatli kanatları arasında onu nazlı bir yavru gibi barındırıyordu. Onsuz hiç bir yere gitmek istemiyordu. Bu yaşında bile Peygamber Efendimizin davranışları kâmil bir insanın hareket ve davranışlarından farksızdı. Gittiği her yerde bu fevkalâde durumu herkes tarafından derhal fark ediliyordu. Hatta zaman zaman toplantılar ve sohbetlerde sorulan sorulara Abdülmuttalib, onunla istişâre ettikten sonra cevap veriyordu.
Dedesinin minderine sadece o otururdu
Kâbe duvarının gölgesinde hemen hemen her zaman Kureyş’in reisi Abdülmuttalib için bir minder serili bulunurdu. Çocuklarının hiçbiri bu minderin üstüne çıkmaz, babaları gelinceye kadar etrafında oturup beklerlerdi. Abdülmuttalib, çocuklarından hiç birini almazken, Peygamber Efendimizi kucaklayarak yan tarafına minderin üstüne oturturdu. Amcaları tutup onu minderin üstünden indirmek isterlerdi. Fakat, babaları buna mâni olur ve şöyle derdi:
"Oğlumu serbest bırakın. Vallahi, ileride onun nâmı ve şânı büyük olacaktır."
Sonra da muhterem torununu minderin üstüne, yan tarafına oturtur, eliyle sırtını okşayarak ona olan sonsuz sevgisini belirtirdi.1
Abdülmuttalib uyurken Sevgili Peygamberimizden başkası onu uyandırma cesaretini gösteremezdi. Hususî odasına ondan başkası müsaadesiz giremezdi.
Yaşlı dede, nur yüzlü torununu sofrada yanıbaşına, bazan da dizine oturtur, yemeğin en lezzetlisini ona yedirir ve o gelmeden yemeğe başlamaya müsaade etmezdi.
Sevgili Peygamberimiz biraz gecikince
Kâinatın Efendisini, dedesi bir gün kaybolan devesini aramaya gönderdi. Biraz gecikince, kayboldu endişesiyle büyük bir telâşa kapıldı. Üzüntüsü yüzünden okunuyordu. Derhal Kâbe’ye vararak ellerini yüce Mevlâ’ya açtı ve "Allah’ım, Muhammed’imi bana geri lutfet!" diye dua etti.
Az sonra Peygamber Efendimiz, deve ile birlikte çıkageldi. Dedesi, kendisini sevinçle kucakladı ve "Biricik yavrum," dedi. "Senin için o kadar üzüldüm, o kadar feryad ettim ki, artık bundan sonra seni yanımdan asla ayırmayacağım ve yalnız başına bir yere göndermeyeceğim."1
Hakikaten de Abdülmuttalib, vefatına kadar torununu bir gölge gibi takip etmekten geri durmadı.
Seyf bin Zîyezen, Abdülmuttalib’e neler söyledi?
Peygamber Efendimizi candan seven Abdülmuttalib hayatında sadece bir defa kısa bir süre ondan uzak kaldı. Yemen Hükümdarı Seyf bin Zîyezen, babasının ülkesini Habeşlilerden geri almış ve San’a’nın Gumdan şehrinde tahta oturmuştu. Arabistan’ın dört bir tarafından aşiret ve kabile reisleri onu tebrike geliyorlardı. Mekke’yi temsilen de Abdülmuttalib’in başkanlığında bir heyetin Gumdan’a gitmesi gerekiyordu. Böylece Mekke’den ayrılmakla ilk defa Abdülmuttalib peygamberimizden uzak kalıyordu.
Uzun bir yolculuktan sonra Gumdan’a varan Kureyş heyetini Seyf bin Zîyezen kabul etti. Abdülmuttalib hükümdardan izin alarak kendisinin üstün meziyetlerinden, babasının hayırlı bir hükümdar olduğundan bahsetti. Hangi heyet olduklarını belirtmek için de sözlerini şöyle bağladı:
"Biz Allah’ın dokunulmaz kıldığı memleketin halkı, Beytullah’ın hizmetkârıyız."
Bu konuşması hükümdarın dikkatini çektiğinden, "Ey tatlı dilli kişi, sen kimsin?" diye sordu.
Abdülmuttalib, "Ben Hâşim’in oğlu Abdülmuttalib’im" dedi.
Seyf, biraz daha dikkat kesildi. Sevinç ve heyecan karışımı bir sesle, "Demek sen kızkardeşimizin oğlusun" dedi.
Abdülmuttalib, "Evet" diye karşılık verdi.
Bunun üzerine Seyf, Abdülmuttalib’e daha yakın alâka gösterdi. Yanına yaklaşmasını istedi. Sonra da şöyle dedi:
"Akraba olduğumuzu öğrendim. Ziyaretinizden de çok memnun oldum. Siz gece gündüz sohbet edilmeye, oturulup konuşulmaya, ayrılıp giderken de ikram olunmaya lâyık, şerefli ve değerli kimselersiniz."
Abdülmuttalib bir yandan Nur Torununu düşünüyordu. Ama, hükümdarın isteğini de geri çeviremezdi.
Hükümdarın emriyle misafirler kalacakları yere götürüldüler. Yediler, içtiler.
Abdülmuttalib ve arkadaşları bir ay müddetle sarayda kaldılar. Bu müddet zarfında âdetâ unutuldular. Ne hükümdarla görüşebildiler, ne de Mekke’ye dönmelerine izin verildi.
Hükümdar misafirleri ancak bir ay sonra hatırlayabildi. Abdülmuttalib’i yanına çağırdı. Onunla sohbet etmek istiyordu. Abdülmuttalib yanına gelince, "Ey Abdülmuttalib," dedi, "sana bir sır emanet edeceğim. Bu sırrın seninle alâkalı olduğu kanaatını taşıyorum. Bu başkalarından gizlediğimiz, bir kitapta bulduğum çok büyük ve mühim bir haberdir."
Abdülmuttalib meraklandı, "Nedir o?" diye sordu.
Seyf sırrını açıkladı:
"O, bu sıralarda dünyaya gelmiş olması muhtemel bir çocuğa âittir. O, sizin taraflarda,Tihâme bölgesinde doğacaktır. İki kürek kemiği arasında bir ben vardır. Babası ve annesi ölünce, onu dedesi ve amcası sırasıyla himâyeleri altına alacaktır. O, dostlarını ve yardımcılarını ağırlayacak, düşmanlarını zillete uğratacaktır. En şerefli yerleri fethedecek, Kıyâmet gününe kadar insanlara rehber ve önder olacaktır. Bâtıl dinleri ortadan kaldıracak, putperestliği yok edecek, Rahman olan Allah’a ibadet edecektir. Onun sözü müşkülleri halledecek, işi ise basiret ve adalet üzere olacaktır. Dâimâ iyiliği buyuracak, iyilik yapacak ve insanları kötülükten sakındıracaktır."
Merak ve heyecana kapılan Abdülmuttalib, hükümdarın biraz daha açıklama yapmasını ve sırrını biraz daha açmasını istiyordu.
"Ey hükümdar! Ömrün uzun, saltanatın dâim ve şânın yüce olsun. O çocuk hakkında biraz daha açıklama yapar mısın?" dedi.
Hükümdar, diğer alâmet ve işaretleri saydıktan sonra, "Ey Abdülmuttalib," dedi. "Bütün bu işaretlere bakılırsa, bu çocuğun dedesi sen olmalısın."
Bu sözleri duyan Abdülmuttalib sevincinden derhal secdeye kapandı.
Bu sefer merak ve şaşkınlık sırası Hükümdara gelmişti.
"Ey Abdülmuttalib! Yoksa sen anlattıklarımdan bir şey mi sezdin?" diye sordu.
Gönlüyle birlikte gözlerinin içi de gülen Abdülmuttalib anlattı:
"Ey Hükümdar," dedi. "Benim Abdullah adında üzerinde titrediğim çok sevdiğim bir oğlum vardı. Onu kavmimizin eşrafından Vehb bin Abd-i Menâf’ın kızı Âmine ile evlendirmiştim. Bir çocuk dünyaya geldi. Onun iki kürek kemiği arasında bir ben vardır. Saydığın alâmetlerin hepsini de üzerinde taşıyor. Babası ve annesi de vefat etti. Kendisi şimdi benim himâyemdedir."
Seyf kanaatinde yanılmamış olmanın sevinci içinde Abdülmuttalib’e, "Çocuğunu çok iyi koru. Yahudîler ona düşmandırlar. Onların kendisine zarar vermesinden sakın. Fakat Allah, onun düşmanlarına imkân ve fırsat tanımayacaktır. Benim eski kitaplarda bulup öğrendiğime göre, Yesrip [Medine] onun hicret yeri olacak ve orada çok yardım görecektir" dedi.
Artık hem Hükümdar, hem de Abdülmuttalib büyük bir müşkülü halletmiş olmanın rahatlığı içindeydiler. Seyf bin Zîyezen âdeta kerametvâri, peygamberliğinden evvel Efendimizin nübüvvetini böylece haber veriyordu.
Bir müddet sonra Hükümdar, Kureyş heyetini büyük ikrâm ve ihsanlarla Mekke’ye uğurladı. Abdülmuttalib’e verdiği hediyeler diğerlerinkinden çok daha fazlaydı. Uğurlarken de ona, "O çocuğun halinde olan değişiklikleri her yıl bana bildirmeni rica ederim" dedi.
Ne var ki, Seyf bin Zîyezen Peygamberimiz hakkında dedesinden daha başka bir bilgi alamadan, henüz bu konuşmaların üzerinden bir sene bile geçmeden hayata gözlerini yumdu.1
Heyetteki arkadaşları yolda Abdülmuttalib’e neden kendisine daha fazla ikram ve ihsan edildiğini sordular. O sadece, "Kıskanmayınız. Bunun elbette bir sebebi vardır" demekle yetindi. Bir aylık ayrılıktan sonra Mekke’ye varan Abdülmuttalib nur torununu hasretle kucaklayarak ayrılık acısını kavuşmanın lezzetiyle gidermeye çalıştı.
Peygamber Efendimiz, "rahmet" vesilesi
Sevgili Peygamberimiz, henüz dedesi Abdülmuttalib’in himâyesinde bulunuyordu. Kuraklık yüzünden Mekke ve etrafı dehşetli bir sıkıntı ve kıtlık içinde kıvranıp duruyordu. Abdülmuttalib, büyüklüğünü anladığı torunu Efendimizi yanına alarak oğlu Ebû Tâlib ile birlikte Ebû Kubeys Dağına çıktı. Onların peşi sıra da Kureyşliler geliyordu.
Abdülmuttalib yüzünü Kâbe’ye çevirdi ve Peygamber Efendimizi üç sefer gökyüzüne doğru kaldırarak, "Allah’ım! Bu çocuk hakkı için, bizi bereketli bir yağmur ile sevindir" diye yalvardı. Kâinatın Efendisinin yüzü suyu hürmetine yapılan duâ kabul oldu. Ânında yağmur damlalarıyla halkın ve Kureyş eşrafının sevinç gözyaşları birbirine karıştı.
Bütün bu olup bitenler, dedenin torununa karşı içten sevgisi ve bağlılığını kat kat arttırıyor, istikbalde büyük bir insan olacağı kanaatını kuvvetlendiriyordu. Bunun için de Nûr Torununa büyük bir ihtimam gösteriyordu.
Abdülmuttalib’in vefâtı
Yaşı epeyce ilerlemiş bulunan Abdülmuttalib, bir gün âniden rahatsızlandı. Rahatsızlığı gittikçe şiddetini arttırıyordu. Artık bir başka âleme göçün yakında başlayacağını anlamıştı. Ancak görmesi gereken bir vazife vardı: Sevgili Peygamberimizi teslim edecek emniyet edilir bir kişiyi seçmek.
Bunun için bütün oğullarını çağırttı. Aklına Ebû Leheb geldi. Fakat o katı kalbli merhametsizin biri idi. "Olmaz" deyiverdi içinden. Ya Abbas? Hayır o da olamazdı. Çünkü, çoluk çocuğu çoktu. Ancak onlarla meşgul olabilirdi. Hamza olabilir miydi? Ona da razı olmadı. Zira, Hamza genç ve ava meraklı idi. Torunuyla gereği gibi ilgilenemezdi. Peki, ya Ebû Tâlib! İşte Nûr Torununun hâmisini bulmuştu. Gerçi Ebû Tâlib’in serveti azdı, ama merhameti ve şefkati boldu. Muhammed’i (a.s.m.) himâyeye ancak o lâyık olabilirdi. Bununla beraber Abdülmuttalib, Peygamber Efendimizin de (a.s.m.) görüşünü almayı ihmal etmedi:
"Amcalarından hangisinin himâyesine girmek istersin?" diye sordu.
Sevgili Peygamberimiz dedesinin sorusuna cevap olarak yerinden kalktı, gidip amcası Ebû Tâlib’in boynuna sarıldı. Böylece onun himâyesini kabul ettiğini ifade etmiş oluyordu. Abdülmuttalib de tercihinde isabet ettiğine sevindi. Sonra Ebû Tâlib’e dönerek şöyle dedi:
"Onu sana emânet ediyorum. O, İlâhi bir emânettir. Onu her şeye rağmen, canın ve başın pahasına da olsa koruyacağına dair bana açıkça söz ver ki, gözlerim arkada kalmadan gönlüm rahat etsin."
Efendimizin kendisine karşı teveccühünden oldukça mütehassis olan Ebû Tâlib, gözleri dolu dolu babasına şu cevabı verdi:
"Sen hiç merak etme babacığım. Onu öz çocuklarıma, hatta kendi canıma bile tercih edeceğimden emin olabilirsin. Hayatta bulunduğum müddetçe ona hiç kimsenin zarar vermesine müsaade etmeyeceğime söz veriyorum."
Oğlunun bu ifadeleri Abdülmuttalib’i fazlasıyla memnun etti. Gözleri sevinç gözyaşları ile doldu.
Yakalandığı rahatsızlıktan kurtulamayan Abdülmuttalib, torununun neşesine, sevgisine, tebessümüne doyamadan gözlerini dünyaya seksen yaşını aşkın bir ihtiyar olarak kapadı.1
Tarih: Miladî, 578. Fil Yılından sekiz sene sonra.
Mekke çarşısı Abdülmuttalib’in vefatı dolayısıyla günlerce kapalı tutuldu. Kureyşliler, sevdikleri ve hürmet ettileri bu zâtın ölümü dolayısıyla günlerce yas tuttular, cenazesini el üstünde dolaştırdılar. Sonra Hacûn Kabristanına, dedesi Kusay’ın yanına defnettiler.1
Sevgili Peygamberimiz, dedesini kaybetmekten derin üzüntü duydu. Çünkü bu hâdise, babasının ve annesinin de ebedî âleme göçünü hatırlatıyordu. Dedesinin cenazesi ve defni sırasında Peygamberimiz, gözyaşlarını tutamadı; bazan hıçkırarak, bazan da sessiz sedasız ağladı.
Seneler sonra bir gün kendilerine, dedesinin ölümünü hatırlayıp hatırlamadığı sorulduğunda, "Evet, hatırlıyorum. Ben, o sırada sekiz yaşında bulunuyordum" cevabını verecekti.
Peygamber Efendimizin saadetli ömrünün ilk sekiz senelik bölümü işte böyle acılarla, üzüntü ve kederle dolu geçmişti. Âdeta büyük ruhu ve rikkatli kalbi, tâ o yaşlardan itibaren istikbalde çekeceği meşakkat ve mihnetlere dayanmak için ıztırap ve sıkıntı teknesinde yoğruluyordu.
* * *
Peygamberimiz, Amcası Ebû Talib'in Yanında
Peygamberimiz, dedesi tarafından kendisine koruyucu olarak tayin edilen amcası Ebû Tâlib’in himâyesindeydi artık. Ebû Tâlip son derece merhametli bir insandı. Fakat oldukça fakirdi. Mekke etrafında yayılan ve şehre getirilince sütünden faydalanılan birkaç devesinden başka bir mala ve mülke de sahip değildi. Âile efradı kalabalık olan Ebû Tâlip, haliyle geçim yönünden büyük bir sıkıntı içinde bulunuyordu.
Bütün bunlara rağmen o, dürüstlüğü ve doğru yaşayışıyla Kureyşliler tarafından sevilir, sayılır ve hürmet edilirdi. Hz. Ali, babasının bu durumunu şu ifadelerle dile getirir:
"Babam, Kureyş’in fakir, fakat ileri gelenlerinden şerefli biri idi. Halbuki, kendisinden evvel, böyle yoksul olduğu halde, kavminin ulu kişisi olmuş bir kimse gelmemiştir."
Ebû Tâlip, yaşayışı bakımından da, Cahiliye devrinin kötülük ve çirkinliklerinden uzaktı. Kureyşli müşriklerin su gibi içtikleri içkiyi o, babası Abdülmuttalib gibi asla kullanmazdı. Ebû Tâlip, her hâliyle Kâinatın Efendisini himâye edecek evsafta bulunuyordu. Ebû Tâlip, aynı zamanda kardeşi Zübeyr’den kendisine geçen "Kâbe perdedârlığı" demek olan "Rifâde" ve "hacılara su içirme hizmeti" demek olan "Sikâfe" vazifelerini de yürütüyordu. Ne var ki, fazla masraf gerektiren bu vazifelerin altından dar bütçesiyle kalkamayacağını anlayınca, üç hac mevsiminden sonra bu görevleri kardeşi Hz. Abbas’a devretmek zorunda kaldı. "Sikâye" ve "Rifâde" hizmetleri Mekke’nin fethine kadar Hz. Abbas’ın elinde devam etti. Resulüllah Mekke’yi fethettikten sonra bu görevleri yine aynı elde bıraktı.
Ebû Tâlip de, babası gibi Sevgili Peygamberimize candan bağlıydı. Peygamberimizin yetişmesine son derece dikkat gösteriyordu. Yeğenini hiç yanından ayırmazdı. Gittiği yere onu da götürür, yanıbaşına oturtur ve bir arkadaş gibi kendisiyle sohbet eder, konuşurdu.
Ebû Tâlib’in evinde onsuz sofraya oturulmazdı. Sofra hazırlandığında Peygamber Efendimiz görülmeyince, "Muhammed’im nerede, çağırın gelsin" derdi. Çünkü onun bulunduğu sofrada herkes doyarak kalkar ve yemek yine de artardı. Bulunmadığı sofralarda ise, çok kere sofradakiler doymadan yemekler bitiverirdi.1
Zaten Sevgili Peygamberimiz, tâ o zamandan beri az yiyordu. Sofrada son derece ciddi ve nimetlere hürmetkâr bir tavır içinde bulunurdu. Diğer çocuklar kurulur kurulmaz sofraya saldırırken o, büyükleri başlamadan lokmayı ağzına koymazdı. Hatta bazı kere amcası, çocuklardan rahatsız olmasın diye onun için ayrı sofra kurdururdu.2
Sevgili Efendimiz, büyüklüğünde olduğu gibi bu yaşlarda da açlıktan, susuzluktan şikâyet etmiyordu. Dadısı Ümmü Eymen bu hususiyetini şu ifadelerle dile getirir:
"Resulullahın çocukluğunda ne açlıktan, ne de susuzluktan şikâyet ettiğini görmedim. Sabahleyin bir yudum Zemzem içerdi. Kendisine yemek yedirmek istediğimizde, ‘İstemem, karnım tok’ derdi."3
Peygamber Efendimiz neşe ve hayat dolu gözlerini sabahları pırıl pırıl parlayan temiz bir yüzle açardı.4
Peygamberimiz amcasıyla yağmur duâsında
Mekke ve havalisi şiddetli bir kuraklık ve kıtlık yılı yaşıyordu. Yağmurun damlası yoktu. Yerler kup kuru ve toprak susuzluktan parça parçaydı. Kureyşliler Ebû Tâlib’e başvurdular.
"Ey Ebû Tâlip," dediler. "Kuraklık ve kıtlıktan çoluk çocuğumuz ölmeye, hayvanlarımız kırılmaya başladılar. Ne olur, bizim için yağmur duasına çıksan!"
Ebû Tâlip teklifi reddetmedi. Ancak yalnız gidemezdi. Gitmek de istemezdi. Yanına yeğeni Nur Muhammed’i de almalıydı. Çünkü onun bereket ve ihsanlara vesile olduğunu bir çok hâdisede görmüş ve anlamıştı. Ebû Tâlip, yeğeni ile birlikte Kâbe’ye vardı. Sırtını bu kudsî mabede dayadı, ellerini Kâinat Sultanına açtı ve yalvarmaya başladı. Nur Muhammed (a.s.m.) ise, Kâbe’nin örtüsüne yapışmış, bir parmağını da göğe doğru kaldırmıştı.
Az sonra Rahman ve Rahim olan Allah’ın rahmet deryası coştu ve yağmur bardaktan boşalırcasına Mekke ve halkının üzerine döküldü. Kendilerini zorlukla evlerine atabildiler. Bir anda vadiler dolup taştı. Yüzler ve gözler sevinçle doldu.
Evet, Hz. Muhammed (a.s.m.), insanlığa maddî mânevî rahmet ve bereket getirmek, insanlığı ve dünyayı mes’ud etmek üzere vazifelendirilmişti. Daha çocukluğundan itibaren de bu ulvî ve büyük vazifenin sahibi bulunduğunun izlerini üzerinde taşıyordu.
Fatıma Hatunun Peygamberimize sevgisi
Ebû Tâlib’in hanımı Fatıma Hatunun da Peygamber Efendimize olan sevgisi ve şefkati sonsuzdu. Onu öz evladı gibi seviyor, bakımına son derece dikkat ediyordu. Hatta, onu yedirip doyurmadan çocuklarına bakmıyor ve onlarla ilgilenmiyordu. Böylece Dürr-i Yetime, annesiz kalmış olmanın ıztırap ve hasretini hissettirmemeye çalışıyordu.
Sevgili Peygamberimiz de, Fatıma Hâtuna sevgi ve saygısında hiçbir zaman kusur etmiyordu. Ömrünün sonuna kadar da kendisine yapılan iyiliği unutmadı. Öyle ki, Fatıma Hâtun, vefât ettiğinde, "Bugün annem vefat etti" diyerek ona karşı olan sevgisini ifade etmişti. Sonra da gömleğini çıkararak ona kefen yapmış ve beraberinde kabre inerek bir müddet mezarında uzanmıştı.
Resul-i Ekremin bu hareketi, Ashabının gözünden kaçmadı. Sebebini sorduklarında, şu cevabı verdi:
"Ebû Tâlib’den sonra, bu kadıncağız kadar bana iyilik eden hiçbir kadın yoktur. Âhirette, Cennet elbiselerinden bir elbise giymesi için ona gömleğimi kefen yaptım. Kabre ısınması ve alışması için de oraya kendisiyle birlikte uzandım."1
Kim tarafından olursa olsun, kendisine yapılan iyilikleri asla unutmayan ve o iyiliklerin altında kalmayıp, birkaç misliyle mukabele eden büyük Peygamber (a.s.m.)…
Resûl-i Ekremin bu yüksek hasletinin, bu müstesna sıfatının, insanların hidâyete ermesinde büyük tesiri olduğu hayat safhaları içinde görülecektir.
Peygamber Efendimizin koyun gütmesi
Resul-i Ekrem Efendimiz ömr-i saâdetlerinin onuncu yılı içinde bulunuyorlardı. Bu sırada, himâyesinde bulunduğu amcası Ebû Tâlib’in koyun ve keçilerini gütmek istediğini söyledi. Onu canı gibi seven amcası önce buna razı olmadı. Ancak Efendimizin şiddetli arzu ve ısrarı karşısında kabul etti. Fakat bu sefer zevcesi Fâtıma Hâtun bu isteğe şiddetle karşı koydu. Göz bebeklerinden daha çok kıymet verdikleri Kâinatın Efendisini yakıcı güneş altında bırakmaya gönülleri nasıl rıza gösterebilirdi? Fakat, Fahr-i Âlem Efendimiz bu arzusunda kararlı idi. Bunun için Fâtıma Hâtunu da ikna ve razı etti.
Efendimiz, sabahları koyun ve keçileri alarak vadilerde ve tepelerde dolaştırıp otlatmaya başladı. Böylece, hem geçim sıkıntısı içinde bulunan amcasına, hiç olmazsa çoban tutma masrafından kurtarmak suretiyle yardımda bulunmuş, hem de yalnız başına yerleri ve gökleri derin derin tefekkür edebilme imkânı elde etmiş oluyordu. Kırda Cenab-ı Hakkın, her an tazelendirdiği yer ve gök sayfalarındaki ulvî manzaraları seyrediyor, ruhu onlardan eşsiz bir zevk ve derin bir feyiz alıyordu. Üzerine aldığı bu vazife onu aynı zamanda tefessüh etmiş, bozulmuş cemiyetin yalan, hile, dolandırıcılık ve riyâ ile bulaşmış hayatlarından uzak kalma imkânına da kavuşturuyordu.
Mübarek ömürlerinin bir senesini koyun gütmekle geçiren Efendimiz, nübüvvet vazifesi verildikten sonra Sahabîleriyle bir gün kıra çıkmışlardı. Merruzahran mevkiinde beraberce misvak ağacının yemişini topluyorlardı. Gönülleri kucaklayan tebessümleri arasında Sahabîlerine şöyle buyurdu:
"Siz bu yabanî yemişlerin karalarını tercih ediniz. Çünkü, onun siyahı en lezzetlisidir."
Sahabîler merak ve hayret içinde, "Yâ Resulallah," dediler. "Bu yemişin iyisini kötüsünü çobanlar bilir. Siz de koyun güttünüz mü?"
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz yine ruhları okşayan tebessümleri arasında, "Hiçbir peygamber yoktur ki, koyun gütmemiş olsun"1 cevabını verdiler.
Ömür defterine tatlı bir hatıra olarak kaydedilen bu koyun gütme hâdisesini yine Resul-i Zişan Efendimiz bir gün şöyle yâd edecektir:
"Musâ (a.s.) peygamber olarak gönderildi, koyun güderdi. Davûd (a.s.) peygamber olarak gönderildi, koyun güderdi. Ben de peygamber olarak gönderildim. Ben de kendi âilemin koyunlarını Ciyad da [Mekke’nin alt tarafından bir yer] güderdim."1
Görülüyor ki, Kur’ân’da "En yüksek ahlâkın sahibi" olarak tavsif edilen Resulüllah Efendimizin henüz on yaşlarındaki gayret ve himmeti dahi boş oturmayı hoş görmemiş ve başkasına yük olmayı uygun bulmamıştır.
Şerh ve izahı ciltleri kaplayacak olan şu mübârek sözlerinde de bu bir senelik koyun gütme tecrübesinin eserini bulmak mümkündür:
"Hepiniz çobansınız. İdâreniz altında bulunanlardan mes’ulsünüz. Devlet reisi, idaresi altındakilerden mes’uldür. Kişi, çoluk çocuğunu gözetip korumakla mükellef ve bundan mes’uldür. Kadın kocasının evinden mes’uldür. Hizmetçi, efendisinin malının muhafızıdır ve bundan mes’uldür. Kişi babasının malının muhafızıdır ve bundan mes’uldür. Hepiniz idareniz altında olanlardan mes’ulsünüz."2
Eğlencelere katılmaktan alıkonması
Cenab-ı Hakkın hususî terbiyesi ve muhafazası altında ömür geçiren Kâinatın Efendisi Peygamberimiz, amcasının koyunlarını güttüğü sıralarda başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatmıştır:
"Ben, Cahiliye Devri insanlarının işledikleri bir şeyi iki defa yapmaya teşebbüs ettimse de, Allah, beni o işten alıkoydu. Bundan sonra Allah, beni peygamberlik vazifesiyle şereflendirinceye kadar hiçbir kötülüğe teşebbüs etmedim. Teşebbüs ettiğim şeye gelince:
"Bir gece Kureyş’ten bir gençle Mekke’nin yukarı taraflarında kendi koyunlarımızı otlatıyorduk. Ben arkadaşıma, ‘Koyunlarıma bakarsan, ben de diğer arkadaşlarım gibi Mekke’ye giderek gece eğlencelerine, gece masalları toplantılarına katılmak istiyorum’ teklifinde bulundum.
"Arkadaşım, ‘Olur, bakarım’ dedi.
"Bu maksatla Mekke’ye geldim. Şehrin ilk evinin yanına yaklaştığımda defler, düdük ve ıslıkların çalındığını duydum. ‘Nedir bu?’ diye sordum. ‘Filanın oğlu, filanın kızıyla evlenmiş, onların düğünleri yapılıyor’ dediler. Hemen oturup onları seyre başladım. Derken Allah, kulaklarımı tıkadı, uyuya kaldım ve ancak sabah güneşinin ışıklarıyla uyanabildim. Dönüp arkadaşımın yanına geldiğimde benden ne yaptığımı sordu. ‘Hiçbir şey yapmadım’ dedim ve sonra da başımdan geçeni olduğu gibi anlattım."
"Bir başka gece, yine arkadaşıma aynı şekilde ricâ ettim. Ricâmı kabul etti. Yola çıkıp Mekke’ye geldiğimde, geçen sefer işittiklerimin aynısını yine işittim. Hemen orada çöküp yine seyre daldım. Derken Allah, yine kulaklarımı tıkadı. Vallahi, beni uykudan ancak güneşin sıcaklığı uyandırabildi. Uyanır uyanmaz arkadaşımın yanına vardım ve başımdan geçeni olduğu gibi anlattım. Bundan sonra Allah beni Peygamberlik vazifesiyle şereflendirinceye kadar böyle şeylere teşebbüs etmedim
|